15.SOHBET: ŞİMDİKİ REİS
15.SOHBET: ŞİMDİKİ REİS
Esselâmun Aleyküm.
Hoşgeldiniz. Safalar getirdiniz. Safalar içinden olasınız.
Birisi Ölüm, Bir de İhtiyarlık
Yahu, bundan dört sene evvel, size bir şey söyledim.
Hepiniz hoşgeldiniz. Hepiniz safalar getirdiniz.
Allah, maddi mânevi, Habib-i Ekrem’in yüzü hürmetine, O’nu sevenlerin yüzü hürmetine, O’nu da sevdiklerinin yüzü hürmetine. Seven, sevilen, bütün ümmet-i Muhammed, Hazret-i Âdem’den, Hazret-i Fahri Kâinat Efendimiz’e, nebileri ve ümmetleri, mübarek günlerin yüzü hürmetine, Allah cümlesini kabul etsin. Âmin!
Allah, onların yolundan, inancından, imanından, cümlemizi ayırmasın.
Bir şey söyleyecektim. Aklıma geldi. Onun için buraya, şu pencerede oturdum. Beş dakika, sırtımı oraya verdim. Soğuk almışım, sesim düştü.
Bundan dört sene evvel. Hacettepe Hastanesi’nde Profesör bir arkadaş. Ben yine hastayım.
Dedi: “Seni bir götürelim, muayene edelim.” Aldılar, götürdüler. Allah razı olsun. Kan, idrar, sırayla baktılar. Onların odasında oturuyoruz. Bir de çay içtik. Meşgul oldular. Muayene bitti, ben artık gideceğim.
Dedim ki: “Yahu!..” Bulunduğumuz yerde doktorun hanımı ve iki tane de arkadaşı var.
“Doktor!” dedim. “İki nokta var. İki geçit var.” dedim. “Doktorlar bunu yapamaz.”
“Nedir dedi?”
Dedim: “Birisi ölüm.”
“Onu yapamayız.” dedi.
“Bir de ihtiyarlıktır.”
“Hah işte!” dedi. “İhtiyarlığa biraz yardımcı olabiliriz. Elimizden geldiği kadar. “Başka türlü ne yapabiliriz?”
Hepsi Yirmi Üç Senenin İçinde
Şimdi âşıklar, seven, sevilen. Peygamberler tarihini okuyun. Hazret-i Âdem’e, dokuz yüz sene mi? En çok yaşayan Âdem’le, Nuh. Diğerleri arası. Nuh Aleyhisselâm! En çok yaşayan Nuh.
Peygamber Efendimiz (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun), evveli, ahiri, zahiri, batını olduğundan dolayı, altmış üç yıl.
Birçok âşıklar, meczuplara rast geldim. Ama iyilerdi. Birisi, son zamanda, Erzurum’daydı. Pazar günü, evde oturuyorduk. Çıktı, geldi. İşte sigarayı veriyorum, çayını veriyorum. Tek başına adam. Birisi, sohbette Peygamber Efendimiz’in (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) ism-i şerifinden bahsetti. Kalktı ayağa.
Dedi ki: “Ben Allah’a küsüm.”
İyi dinleyin. Aynı böyle! Aynı. İki, üç kişiye bile rast geldim. Bu sonuncusu.
“Ben Allah’a küsüm.” dedi.
“Otur hele, otur!”
Gene cereyan üzerine veriyorum. Arkadaşlarda hep üstün tavırlı, pazar günü sohbete gelmişler.
“Neden?” dedim. “Yahu, hele söyle bakalım.”
Onlara göz ettim, dokunmayın ona.
Dedi ki: “Peygamberlere uzun uzun ömürler verdi. Bizim en sevdiğimize, altmış üç sene verdi. Onun için küstüm.”
Fakat şimdi düşünüyor. Allah’ın Resûlü her şeyi yerinde yapmış. Herşey yerinde. Şimdi tarihi okuyan, aklı da eren, meselâ Hacı Selim Efendi. Birisi sorar? “Ya kaç yaşındasın?” Halbuki yetmiş, seksen yaşında. Edeben yani, yaşa tecavüz etmeden: “İşte altmışa doğru gidiyorum.”
Altmışa… Peygamber Efendimiz’in (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) yaşına tecavüz etmeyelim. Edeben. İşte, yetmiş, seksen. Boşver onu, boşver.
Allah hepinize sıhhatli, selâmetli, hayırlı yaşlar versin. Âmin. Sıhhatli versin. İmanlı yaşlar versin. Âmin.
Altmış üç senede, burada çok büyük iş var. Altmış üç senede, kırk yaş. Muhammed-ül Emin. Yine doğruluğuyla geçmiş. Çocukluktan, evlenmeden, ticaret etmeden, vesaire, vesaire... Yani doğuşundan Peygamber’dir.
Hah, öyle diyelim. Doğuşundan Peygamber’dir. Fakat kırka, kırktan tekâmül ediyor. Kırktan. Kırk sene. Kırkın üzerine, yirmi üç sene mi? Şimdi bunu sayacağız. Altmışı sayacağız.
Yirmi üç sene şimdi. İş burada arkadaşlar. Bu yirmi üç senede, gece ve gündüz, harp var, açlık var, sefalet var, muhacir olmak var, hicret var.
Hepsi, yirmi üç senenin içinde. Kur’ân-ı Azimüşşan’ın toplamı, yirmi üç senenin içinde. Evet, toplamı...
Şimdi şu mesafeyi, Peygamber Efendimiz’e, (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) Kur’ân’ı, Hadis’i meşgul, yirmi üç sene. Yaptığı, hâli, ahvâli, Allah’ın izniyle, yirmi üç bin senede meydana gelmez.
Dikkat edin. Buraya dikkat edin.
Yirmi üç bin senede meydana gelmez olanı, yirmi üç senede toplamış. Ama. Bu O’nun işi! Hakk’ın işi bu! Biz oraya giremeyiz. Gündüz müdahale, hâl, muhacire, Medine’den, Mekke’den. Gece de öyle, gündüz öyle.
Allah cümlemizi, Şefaati Muhammedi’ye nail etsin. Âmin. Dünyevi, uhrevi, Cemâlle müşerref etsin. Âmin.
İmanın Sahih Olması İçin
O’nu çok sevin! O’nu çok sevin!
Hepinizin malumu, sevgi üzerine. Zatı Mescit’te, Hane-i Saadet’inde. Öteki odaya kadar, namazda ayrılmışlar. Hazret-i Ebubekir Sıddık sağ tarafında, arkada Hazret-i Ömer Faruk. İşte şöyle, doğru. İkisi taklit ediyorlar.
O gün, Hazret-i Ebubekir Sıddık diyor ki: “Allah’ın Resûlü, Sen o kadar güzelsin ki, o kadar da Seni seviyorum ki canımdan fazla. Yani ruhumdan fazla seni seviyorum.”
Hemen cevap veriyor, çünkü O, bizim gibi yan dönmez. Ya cepheyi döndürecek, ya hemen söyleyecek ki; arkadaki işitsin. Öyle yan konuşmaz. Birisi söylerse, cepheyi döner, öyle konuşur. Darısı hepimize, inşallah. İş var, her işinde iş var...
“Saddak, Ya Ebubekir Saddak!”
Hz. Ömer Faruk, kendini topluyor.
“Allah’ın Resûlü, ben de nefsimden maada, her şeyden fazla Seni severim.”
Cevap yok... Bir daha söylüyor. Gene cevap yok. Bir daha söylüyor. Hızlı söylüyor, belki işitmedi diye… İşitiyor da, cevap vermiyor.
Üçüncüde diyor ki: “Ya Ömer! Nefsinden de fazla sevmedikçe, imanın sahi değil.”
Hz. Ömer’e!.. Allah, Allah! Ya, Ömer’e!
Hemen topluyor kendini.
“Allah’ın Resûlü, ondan da fazla sevdim.”
“Şimdi tamam yahu!”
Bunlar doğuşdan, beraber. Her ikisi de yaptığı fedakârlığa mahsup. Hz. Ömer’! Malumundur. İlk tekbiri getiren, Beyt-i Şerifi ziyaret eden O! Allah’ın Resûlü ile Hz. Ömer!
O, Hz. Ebubekir Sıddık! Zaten çekirdekten teslim oldu.
“Ya Ömer! Canından daha fazla sevmedikçe, imanın sahih değil.”
Buraya girdik. Yani sevelim. O’nu seversek, O da bizi sevdirir inşallah. Severse, bizi sevdirir. Biz O’nu sevmezsek, normal halinde böyle gidersek, gene bizi seviyor.
Bak, bak! Mübarek emirleri, Hakk’ın emridir. Ama emri bildiren O’dur. Fakat hepsini topluyor. Elhamdülillah! Türkiye’mizden, İslâm âleminden, en aşağı, üç milyon namaz kılınmıştır. Elhamdülillah. Daha fazla inşallah. Türkiye’mizde en aşağı bir milyon seveni vardır. Şükredelim. Kimin? Elhamdülillah. O’nun yüzü hürmetine. O’nun bildirdiği Kur’ân-ı Azimüşşan’ın, Din-i Mübin’in yüzü hürmetine.
O’nu çocuklarımızdan, canımızdan, malımızdan, hepsinden fazla sevmemiz lâzım. Biz O’nu sevdikçe, O’na doğru, bir adım atmış oluruz. O sevgiyle!
Allah hepinizden razı olsun. Sevginiz mübarek olsun. Âmin.
Bugün, Herhalde İman Ettim
Bir salât-ı şerif getirildi. Burada var mı kitap, yok mu? Bir bakın. Orada kalmışsa, üzerinde yazılı. Üst yaprağı yok mu? Salat-ı şeriftir. Getiren gelmedi mi? Hacı Baba okusun bakalım salat-ı şerifi. On bin salâvat gücünde bir salâvat-ı şerif.
Hah! Dinleyin.
“Evvela, âyeti okuyayım.”
Peki.
“Muhterem kardeşlerimiz, her Cuma gününde okunan, innallahe melaiketehu diye, bir âyet-i kerime var.
Bismillahirrahmanirrahim,
İnnâllahe ve melâiketehü yüsallüne ‘ale`n-Nebiy Ya eyyühe`l-lezine amenü sallü aleyhi ve sellimü teslima.
Buyurun Efendim…”
Bir dakika. Bunu bugün, ne kadar cami, Türkiye’de varsa, Arap âleminde, İslam âleminde, Amerika’da, ne kadar cami varsa, bugün bu âyet okundu. Evet… Hutbede okundu, bunu ezberleyelim.
“Bir daha müsâdeedin. Bu Bismillahirrahmanirrahim diye başlanır, çünkü âyet sayılır. Bismillahirrahmanirrahim getirmeden okunursa, Salat-ı Şerif olur. Bismillahirrahmanirrahim ile başlarsa, âyet olur. Bismillahirrahmanirrahim’siz başlarsa Salât-ı Şerif olur.”
Bir dakika… Bizim bir arkadaşımız var. On bin salâvat gücünde, bir salâvat. Nepal vilâyetinde müsteşardı. İsmi de Nâfi. Sizden gören var mı? Görmeyen? Yok. O, beş, on sene benimle arkadaşlık yaptı. Mecazî bir halin peşindeydi. Rahmet olsun. Mecazî bir halin peşinde, aşk yani, mecazî aşk. Fakat Allah’ın yardımıyla, birkaç yere. Kendim hiç sahip çıkmadım. Kendini İstanbul’a gönderdim. Mürşitlere gönderdim. Adana’ymış, tak Süleyman Efendi’ye gönderdim. Nereye gönderdimse, ilmi de vardı. Boyun eğmedi.
“Yok, onlarda iş yok.” dedi.
Fakat sonunda geldi, dedi ki: “Yahu, Ahmet Efendi! Burada diyordu ki.”
Yahu, müsâde olsa da şu köşede bir asansör yapsam. Merdiven çıkamıyordu. Aceleci, yaşlı. Son zamanında geldi.
Dedi ki: “Yahu, ben bugün, her halde Allah’a iman ettim.”
On senelik arkadaşım. Üç dört tane mürşide gönderdim. Arapça ilmi var. Eğilmiyor kimseye. “Hayrola, ne var?”
“Bu âyeti oku. Bak, sonunda diyor, teslim ol! Ben teslim oldum.”
Allah’a şükür. On seneden sonra.
Biz ama, aynı gün teslim olalım.
Salavât-ı Şerifler
Şimdi izah et âyeti. Bu şimdi okuduğunu, bahsettiğini. On bin salâvat gücünde bir salâvat-ı şerife.
“Muhterem kardeşlerimiz malumâliniz. Peygamberimizi sevmek, üzerine, çok salâvat-ı şerif getirmekle olur. Cenab-ı Hakk, âyet-i kerimede: İnnallahe ve melaiketehu; Ben Azimüşşan ve meleklerim. Yusalline alen Nebiy: O Nebiyi Zişan üzerine, salât ve selâm getiririz, diyor, Cenab-ı Hakk. Elhamdülillah! Ya eyyuhellezine amenu: Ey iman eden kullarım; Sallu aleyhi ve sellimu teslima: Siz de O Nebiyi Zişan’ım üzerine, Habib’imin üzerine, salâvat getirin ve teslim olun, buyuruyor. Onun için salâvat-ı şerifeyi çok getirmemiz lazım. Bilhassa Cuma günlerinde, salâvat-ı şerifeyi getirin ki bana, diyor. Bir hadis-i şerifte: Bana diyor, melekler intikal ettirir, ben hangi ümmetimin, bana salâvat-ı şerife getirdiğine agâh olurum, bilirim, diyor.”
Amenna ve Saddakna
“Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedinis sâbikı lil halkı nûruhû ve rahmetün lil âlemiyne zuhûruhû adede men medâ min halkıke ve men bekıye ve men seıde minhüm ve men şekıye salâten testağrikul adde ve tühiytu bil haddi salâten lâ ğâyete lehâ müntehâ velenkıdâe ve salâten dâimeten bi devâmike ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim tesliymen misle zâlik.
-Bu salâvat-ı şerifeyi bir defa okumak, on bin salâvatı şerife okunmuş yerine kaim oluyor. Elhamdülillah, ve o derece insan mükâfat alıyor. Elhamdülillah.”
On bir bin salâvat yerine geçen salâvat-ı şerife. Yapmayalım yahu! Okuyalım yahu! Çok uyumayalım. Çok da yemeyelim. Fuzûli, boş konuşmayalım. Yahu biraz, Allah ve Allah Resûlüne sığınalım. Bir şeyler isteyelim. Gitmeden yahu!
“Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ alihî salâten ente lehâ ehlün ve hüve lehâ ehlün.
-Bu da on bir bin salâvat-ı şerife kaim olan bir salâvat-ı şerif.
-Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ alihî adede kemâlillâhi ve kemâ yeliyku bi kemâlih.
-Bu da on dört bin salâvat-ı şerife kudretinde olan bir salâvat-ı şerif.”
Yani haftada birisini öğrenin. On beş günde birisini öğren, ayda birisini öğrenin. Şöyle, eli boş, sallana sallana, Huzur-u Muhammedi’ye gitmeyelim. Yüzümüz olsun yahu! Hem dünyada, hem de ahirette. Yüzümüz olsun, yani güvenelim.
“Efendim müsâdeederse, bu bapta kardeşlerime bir kitap arz edeyim.”
Söyle.
“Ne kadar salâvat-ı şerife varsa, bütün hepsi mevcuttur. Delâil Hayrat diye, salâvat-ı şerife ihtiva eden bir kitap var. Delâil hayrat, o kitapta binlerce, yüz binlerce salâvat-ı şerife ihtiva eden bir kitaptır. Onu okuyabilen kardeşler…”
Yeni Türkçeyse alsın, değilse kalsın. Yeni Türkçeyse alsın.
“Otuz bin salâvat-ı şerife gücünde bir salâvat-ı şerife.
-Bismillahirrahmanirrahim.
-Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî küllemahtelefel melevân. Ve teâkabel asarân. Ve kerrarel cedidân. Vestakbelel ferkadân. Ve bellığ rûhahû ve ervahâ ehl-i beytihî minnet tehıyyete ves selâm. Verham ve bârik ve sellim aleyhi kesiran kesira, ilâ yevmil haşri vel karâr.”
Siz gençsiniz bir haftada, her birisi bir hafta. Müsâde etseler öğrenirsiniz, ha?
“Yetmiş bin salâvat-ı şerife okuma gücünde olan, bir salâvat-ı şerife okuyoruz.”
Bu ne nimettir yahu!
“Allahümme salli ve sellim ve barik alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî adede kemâlillahi ve kemâ yelîku bî kemâlih.”
“Yetmişbin salâvat-ı şerife gücünde diğer bir salâvat-ı şerife:
-Allâhümme salli alâ efdali ibâdike min halkıke ve safvetike min enbiyâikez zâtil mükemmeleh, ver rahmetil mürseletil müfaddaleh, seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ alihî ve sahbihî ve vârisihî ve hızbihî ecmeıyn. Mil’es semâvâti ve mil’el eradıyn. Küllemâ zekerakez zâkirun. Ve ğafele an zikrikell ğâfilûn.”
-Delâil Hayrat, şuradaki bütün salâvat-ı şerifler ve esmaül Nebevi’nin isimleri Delâil Hayrat’ta var.”
-Şimdi Efendim, orada haftalık dersler var. Meselâ, Pazartesi günü hangi salâvat-ı şerifler okunacak? Aşağı yukarı her gün, yirmi beş, otuz sayfalık bir salâvat-ı şerif. Bu Delâil Hayrat kitabı. Hacı Bayram’ın orada, kitapçılarda var. Eğer Kur’ân harfi bilen kardeşlerim varsa, alırsa, daha iyi olur. Bilmeyen kardeşlerimiz de, bu yeni yazıyla olanlar var.”
Orada var mı? Kaça veriyorlar?
“Yeni yazıyı Efendim? Bir iki kardeşimize, Kur’ân harfleriyle yazılı olanları aldık. Beraber gittik.”
İnsan ve İman
Evet. Şimdi inşallah bastıralım da. Şimdi arkadaş getirdi. Ama beş, on tane size yetmez. Ötekilerin gönlü kalacak. Bunu inşallah, yüz, iki yüz, beş yüz basalım. Hepinize taksim edelim inşallah.
Parası olan, Hacı Bayram’a düşen, alsın senin dediğini. Salâvat-ı şerifi. Düşmeyeni, buradan İnşallahu Rahman. Hepsini toptan bastıralım. Hepimize dağıtalım. Allah’ın izniyle. Âmin.
Şimdi, bir tane daha orada var. “İnsan ve iman” var ya? Orada, verdim hepinize. İngilizcesi var. Türkçe kaç tane var?
Şimdi almayan alsın. Ben hepinize verdim. Şimdi İngilizce bin tane bastırdık. Avrupa’ya göndereceğiz. Elhamdülillah. Bunu herkese verdim. Üç, dört senedir bunu dağıtıyoruz. Bunu da. Beş, on tane profesör var. Bir tane ver bakalım. Birer tane alın, herkese yetsin. Ama alan almasın. Şu arkadan dolaşın.
“Ünlü yazar ve tarihçi, Fransız Lamartine de “Türklerin Tarihi” adlı eserinde Peygamber Efendimiz (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) için beğenilerini şu sözlerle özetlemektedir: Filozof, hatip, Peygamber, kanun koyucu, savaşçı, fikirlerin fatihi, akla uygun inançların, soyut dinlerin yenileyicisi, yirmi dünyevi ve bir kutsi imparatorluğun kurucusu; işte Muhammed budur. ”
Şimdi bir dakika! Bunu hıristiyan âlemi yazıyor. Kitaplardan, mecmualardan topladık. Bunu Türkiye’de, belki çok, beş, altı bin tane bastırdık. Şimdi İngilizce basıyoruz. Bütün Amerika, İngiltere, her tarafa, gazetecilere, hariciyecilere. Onların ağzıyla. İşte bu profesörlerin ağzı. Onlara şamar atıyoruz. Bak sizin adamlarınız ne diyorlar? Kur’ân üzerine iman etmişler, çalışıyorlar. Okuyacaklar, görecekler. Utanmalıyız yahu. Bu Avrupa profesörleri, hepsi Kur’ân’a iman etmişler. Bu kadar izah etmişler. Biz niye duruyoruz? Bizim ki utanmalı, ona da şamar atmalı. Oku.
“İslâmiyetin adaletini ortaya koyan…”
Bak, bak! İslâm’ı ortaya koyan profesör, ha?
“Yeryüzü dinler tarihi araştırmacısı, pedagog ve sosyolog olan John Davenport ise “Hz. Muhammed ve Kur’ân-ı Kerim” adlı eserinde diyor ki: Müslümanlık, hiçbir zaman herhangi bir dinin esaslarına müdahale etmemiş, hiçbir vakitte bizdeki gibi bir Engizisyon kurmamıştır. Asla kimsenin dinini değiştirmeyi de hedef tutmamıştır.”
Yunan, şimdi bize cephe alıyor. Malumunuz, harıl harıl İstanbul’dan, İzmir’den işliyor. Papaz onlara ders veriyor. Yunan, ders veriyor. Kur’ân’ı, Yunanistan’da yasak ediyorlar. Hocalara. Hepsine ceza verdiler. Haberlerden işitiyorsunuz. Fakat kendilerine, hiçbir şey söylemiyoruz biz. İşte O, Allah’ın Resûlü’nün hadis-i şerifi, bize beyan ettiğinden dolayı. Elhamdülillah daha takip ediyoruz. Oku...
“Müslümanlık kendini dünyaya takdim etmiş, ama kimseyi zorla din değiştirmeye, mahkemelerde yargılamaya ve engizisyon işkencelerine lâyık görmemiştir. Bu yüzden ve diğer bilimsel gelişmeler yönünden de Avrupa, Müslümanlara çok şey borçludur.”
Avrupa, bütün bize borçludur. Onun için, bunu İngilizce başladık. On beş, yirmi milyon basması, mektup ile göndermesi. Beş, on, on beş, yirmi milyon gidiyor. İki arkadaş bunu üzerine aldı. Allah razı olsun.
“İnsanlar eşittir, fikrini getiren Müslümanların uyarısı ile ve Haçlı seferleri sırasında yıkabildiğimiz derebeylikler, aristokratların zulmü ve bunların üzerine kurabildiğimiz hürriyetimiz bir yana, şu gerçeği de hiçbir Batılı unutmamalıdır. Batıda cehalet, karanlık hüküm sürerken, İslam’ın düşünür, âlim ve bilginlerinden yararlanarak, ilmin en önemli dallarında, fende, matematikte, tıpta ve hatta astronomide kazandığımız bilgileri, İslam bilginlerinden elde ettik.”
Elhamdülillah! Elhamdülillah, seviniriz.
“İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Baytar, Ali Kuşçu, Farabi ve birçokları gibi. Bu bilginler…”
Ve Evliyalar!
“Eserleriyle Batıya yön vermiş, ışık tutmuştur. Hz. Muhammed’in, ‘Şan ve şeref, servette değil, irfandadır.’ anlamındaki sözleri de İslam âlimlerini, düşünürlerini, dünyanın her yanında ilim ve irfan araştırmaya yöneltmiştir.”
Elhamdülillah!
“Amerikalı Psikanalist Jules Masserman, Time dergisinin 15 Temmuz 1974 tarihli sayısının…”
Çok aradık, bulduk. En çok yardım eden, bulan, bir öğretmen. Allah ondan razı olsun. Şimdi, bir kırk hadis-i şerif yazıyor. O gün geldi, yirmi tane yazmış. Yirmi tane daha ilâve edecek inşallah. Matbaaya verecek, onu hepinize vereceğim.
Allah’ın Resûlü’nündür hadisler! Ama o topluyor, o yapıyor. Çok muazzam yapıyor yani.
“15 Temmuz 1974 tarihli ‘Liderler Nerede?’ başlıklı yazısının içinde, tarihi şahsiyetleri incelemiş, şu sonuca varmıştır. Bütün zamanların en büyük lideri Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) idi.”
Bu bir Yahudi profesör. Amerikalı. İşte bununla, hepsine şamar atıyor. Ama Allah’ın izniyle, Allah’ın Resûlünün müsâdesiyle. Onun için İngilizce bastık. Bütün dağıtacağız.
“Bir Yahudi olarak, kendi Peygamberi Hz. Musa’yı ikinci sıraya koymuştur. Bu ise çok dikkat çekicidir. Gene Amerikalı astronom, tarihçi ve matematikçi olan Michael H.Hart 572 sayfalık ‘Tarihte En Büyük Yüz Kişi’ adlı kitabında, birinci sıraya Hz.Muhammed’i (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) lâyık görerek, kendi kurtarıcısı olan Hz. İsa’yı üçüncü sıraya koymuştur.”
Bunlar hep Avrupa’nın profesörleri. Biz ne duruyoruz? Sizin hepinizin yüzü hürmetine, Habib-i Ekrem’in yüzü hürmetine, bunu bütün Avrupa’ya neşriyat yapıyoruz. İnşallah, Allah’ın izniyle.
Buyur, oku…
“Demek oluyor ki, aklın yolu birdir. Kur’ân-ı Kerim, Allah kelâmıdır. Resûlullah, Allah’ın son elçisi ve Kur’ân, O’nun Allah katından vahiy yoluyla indirilmiş mucizesidir. İslam, son ve gerçek dindir. Akılcıdır, bilimseldir, her türlü zannın ötesindedir. Bizim yapacağımız şey ise, bir elimizde Kur’ân, diğer elimizde mantık, Resûlullah’ın sünnet-i seniyelerinin ışığında inanmayanları, sapıklık ve dalalet içinde olanları İslam’a çağırmaktır. Şu âyet-i kerimenin emrince: “Herkesi hikmet ve bilgelikle Rabbinin yoluna çağır.” (16:125) Çünkü yüce Allah buyuruyor ki: “Biz seni hidâyet ve Hak dini ile gönderdik. Onu bütün dinlerin üzerine çıkarasın diye. Müşrikler onu istemese de.” (61:9)
-Allah’ın rahmeti ve bereketi hepimize olsun… Âmin.”
-(‘İnsan ve İman’dan bölüm okunuyor.)
-Allah’ın sanatını, insan oluşumuzun üstünlüğüne yakışan derin bir duyarlılıkla seyreder, her an O’na şükrederiz. Bütün evrenlerin en üstün yaratılmışı olan ve Peygamber Efendimiz (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)in sünnet-i seniyelerinin ışığında, akılcı, bilimsel ve tam bir imanla Müslüman oluşumuzun şükrünü yaşıyoruz.”
Elhamdülillah, Elhamdülillah! Âmin.
Onun için okutuyorum. Kusura bakmayın. Toplayalım kendimizi yahu!
Bunlar da yine Avrupalı profesörler. Onları almayan fotokopi yapsın. Onlar da evde okurlar. Başka kalmadı değil mi?
“Daha var Efendim. Ama herkes aldı Efendim.”
Almayan fotokopi yapsın, alsın. Rast getirsin. Avrupa’ya gidersiniz, bir profesöre bunu okursunuz. “Sizin halinize bak, bizim halimize bak. Bizim ilmimizi aldınız, bize satıyorsunuz.” dersiniz.
Şimdiki Reisi Cumhur
Diyorum ki şöyle bir misal vereyim. Mesela, baştan Amerika. Bundan evvelki bir Reisi Cumhur vardı. İsmi neydi? Bush’dan evvel, Reagan. Şimdi Clinton. Şimdikinin ismi, Clinton.
Diyorum ki bir dilekçeniz oluyor, müracaatınız oluyor. Götürüyorsun, şimdiki Reisi Cumhur’a veriyorsun. Bu çok lazım, hepinize lazım, onun için söylüyoruz. Fakat verdiğiniz müracatınızda eski Reisi Cumhur’un ismi var. Şimdiki Reisi Cumhur’a veriyorsun.
Ne diye düşünürler? Diyor ki: “Dilekçen yerinde, çok yerinde. Resmi muameleye girmesi için, şimdiki Reisi Cumhur’un ismini buraya koyacaksın. Yaz. Tamam mı?”
Düşünüyorlar. “Tamam.” Dilekçe resmi. Muameleye girmesi için.
“İyidir, ama eski Cumhur’una yazmışsın. Beş, on sene, yirmi sene önceki Reisi Cumhur’una yazmışsın. Fakat şimdiki Reisi Cumhur’a, benim ismime yaz. Resmi muameleye girer dilekçe. Mahcup olursun. Tamam mı?” diyorlar.
“Tamam.” diyor.
Peygamber kısmından, diyorum. Hz. Âdem’den, Hz. Fahri Kâinat Efendimiz’e (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) kadar… En son Peygamber kimdir? Hz. Muhammed! Kitabı? Kur’ân-ı Azimüşşan!
Şimdi müracat, O’na verilir. Ötekiler geçmiştir. Onlar da Hakk’tır ama. Reisi Cumhur’dur onlar. Fakat geçmiştir Elhamdülillah. Allah’ın izniyle.
O biliyor. Çokları biliyor. Bizim Türkler de biliyor. Hiç ağzını açmıyor. İslamlığı kabul ediyor. Bu misâl ile hiç ağzını açmıyor. İslamlığı kabul ediyor.
Bunun hepsini yapabilirsiniz inşallah. Gençsiniz, arkadaşlarla konuşursunuz. Turistlerle konuşun. Yehova, Fırıl fırıl İncil’i dağıtıyorlar.
Kur’ân mı İncil’e tâbidir? Son Reisi Cumhur’dur. İncil Hakk kitaptır, ama Kur’ân’a tâbidir. Tevrat Hakk kitaptır, ama Kur’ân’a tâbidir. Buna çok dikkat edin. İnşallah olur.
Şimdi, daha ne var orada?
“Okuyayım mı Efendim?”
Bununla, bütün Avrupa’ya cevap veriyorum. Allah’ın izniyle, Habib-i Ekrem’in yüzü hürmetine, sizin yardımınızla, bütün Avrupa bunu alacak. Basın da alacak, Reisi Cumhur da alacak, hariciye. Bin tane bastırdık. Hemen, bugün yarın. Avrupa’ya selâm olacak.
Bunu. Bir de önü var. İkincisi bu, birincisi var. Dağıttım. İkincisi, birbirine raptediyor.
Haydi bakalım, kendinizi görün Avrupa. Allah’ının Resûlü hidayet ederse, belki milyarlar Müslüman olur. İşte bununla. Evet Efendim…
Salavât-ı Şerifler
Bu salâvat-ı şerife lazımdır bize. Avrupa’ya cevap vermek için,
Kızılay’da, kitapçılarda var, ucuzdur. Bunu alın. Bulamazsanız, inşallah bastıracağım, vereceğim. Şimdi beş, on tane var. Birisi alır, birisi bakar. Bundan da çok dağıttık. O Salâvat-ı Şerif’ten. Dağıttık biz, çok!
“Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin bahri envârike ve ma’deni esrârik. Ve ayni ınâyetike ve şemsi hidâyetik. Ve urûsi memleketike ve emni vilâyetike ve lisâni muhabbetike ve imâmi hadratike. Ve Hayri halkık. Ve ehabbil halkı ileyk. Abdike ve habiybike ve resûliken nebiyyil ümmiyyillezî hatemte bihil enbiyâe vel murseliyn. Ve alâ melâiketikel mukarrabiyn. Min ehlis semâvâti ve ehlil eradıyn. Rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmeıyn. Bi rahmetike yâ erhamer râhımiyn. Vel hamdü lillâhi Rabbil âlemiyn.”
Bir şey geldi aklıma.
Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin bahri envârike.
Yani. Bahri, deniz manasına geliyor. Bahri envârike ve ma’deni esrârike. Ne kadar maden varsa, petrol varsa, dünya teşkilatından ne varsa. Ve ma’deni esrârike ve lisânı huccetike.Ne kadar lisan varsa. Ve tariki şeriâtikel mütelezzizi. O çok hoşuma gidiyor. Tevhidi, bi tevhidi insani aynil vücûdu, ve sebebi külli mevcûdun. Allah’ın Resûlü!
O’nu oku, hadi bakalım.
“Bu Salâvat-ı Şerife, yetmiş bin Salâvat-ı Şerife kuvvetindedir.”
Allahu Ekber, Allahu Ekber!
Külli sebebi. Sebep oldun. Yani, bu âleme, yere ve göğe, sebep oldun. Geldin.
“Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ ve Mevlâna Muhammedin bahri envârike ve ma’deni esrârike ve lisâni huccetike ve urûsi memleketike ve imâmi hadratike ve tırâzi mülkike ve hazâini rahmetike ve tariyki şeriy’atikel mütelezzizi bi tevhıydike insâni aynil vücûdi ves sebebi fî külli mevcûdin, ayni a’yâni halkikel mütekaddimi min nûri dıyâike salâten tühillü bihâ ukdetî ve tüferricü bihâ kürbetî ve tünkızünî bihâ min vahleti ve tükıylü bihâ asratî ve takdî bihâ hâcetî, salâten türdıyke ve türdıyhî ve terdâ bihâ annâ yâ Rabbel âlemiyne adede mâ ehâta bihî ılmüke ve ehsâhü kitâbüke ve cerâ bihî kalemüke ve sebekat bihî meşîetüke ve hassasathü irâdetüke ve şehidet bihî melâiketüke ve adedel emtâri vel ahcâri ver rimâli ve evrâkıl eşcâri ve emvâcil bihâri ve miyâhil uyûni vel âbâri vel enhâri ve melâiketil bihâri ve cemiy’a mâ haleka Mevlânâ min evveliz zemâni ilâ âhirihî ve mâ medâ fiyhi minel leyli ven nehâri vel hamdü lillâhi vahdehül aziyzil ğaffâr.”
Şimdi Allah’ının Resulü’nün rahmetiyle, rızasıyla, müsâdesiyle işittiniz. İşitmeyene de söyleyeyim. Bu Salât-ı Şeriften, dışarıda olan alır. Olmayana inşallah bastıracağız. Dağıtacağız.
Bir de şimdi, hadis üzerine uğraşıyoruz. Birisini dağıttık. Size hepinize dağıttık. Birisi daha çıkıyor. Dağıtacağız bayramda, inşallah.
Sadrettin Konevi’den kalan, Kırk hadis-i şerifin meâli. Konya’da. İnşallah onu da bastıracağız. O daha manalı yazmış..
Bütün İnsanlık Bir Telâş İçinde
Yani burada dediğim gibi, biraz çalışın. Biraz uykudan, biraz yemeden, içmeden. Çalışalım. Biraz boş zamandan, biraz şuradan buradan çalalım. Biraz ilme. Kıymeti buraya verelim. Bunlar sadece bir gün değil de, bugün bile bizden soruluyor.
Yani bakıyorsunuz, bak sokağa. Bakıyorsunuz. Evlere bakıyorsunuz, haberlere bakıyorsunuz, hükümet, millet, bütün insanlık bir telâşın içersindedir. Hep telâşın, dedikodunun. Ondan sonra şu, bu. Maddiyat, haram şehvet ortayı kaplamış.
Gayret edersek, onun üstüne çıkıveririz inşallah. Yarın, öbür gün bakarsın, Türkiye gazetesinde. Bir gazete daha içine aldı. Gazetelere geçer. Televizyon işini eline al. Bakarsın ki, bakarsın ki üstüne çıkıverir. Ertesi gün hâkim olur. Allah’ının Resûlü! Sadakallahülazim.
Devam et. Şimdi bir tövbe istiğfar getir. Geç kalırlar.
“Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim,
Evvela tövbe edelim. Diyelim cümle günahlarımıza, tevbe Estağfirullah, tevbe Estağfirullah, tevbe Estağfirullah. Estağfirullahel azimel, kerimellezî, lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûme ve etûbü ileyhi tevbete abdin zâlimin linefsihî, lâ yemlikü linefsihî mevten ve lâ hayaten ve lâ nüşûrâ. Ve es’elühüt tevbete vel mağfirete vel hidâyete lenâ innehû hüvet tevvâbür rahiym.
İlahi Ya Rabbi! İlahi Ya Rabbi! İlahi Ya Rabbi! Eğer bizim elimizden, ayağımızdan, gözümüzden, kulağımızdan, dilimizden ve bütün azalarımızdan bilerek bilmeyerek bu ana, bu saate, bu dakikaya gelinceye kadar, her ne ki kelime-i küfür ve fiil-i küfür, günah, isyan, hata, şirk ve malayâni sadır ve vaki olduysa biz onların cümlesine hulüsi kalp ile tövbe ettik, tövbe ettik, tövbe ettik, pişman olduk ve bir dahi işlememeye azmi cezmi kasdettik.
Peygamberlerin evveli Hazret-i Âdem safiyüllâh, ahiri ve iki cihan serveri bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa ve Ahmedi bâ safâ sallallahu teâla aleyhi ve sellem Efendimiz’dir. Bu ikisi ve bu ikisi arasında ne kadar Peygamber gelip geçtiyse, cümlesine inandık, dilimizle ikrar, kalbimizle tasdik ettik. Elhamdülillah. Haktır ve gerçektir, kavlinde sadıktır.
Âmentü billâhi ve bimâ câe min indillâh. Âmentü bi rasûlillâhi ve bimâ câe min indi rasûllillah. Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî vel yevmil âhıri ve bil kaderi hayrihî ve şerrihî minellâhi teâlâ vel basü ba’del mevti hakkun elcenneti, hakkun ennarul, hakkun eşhedü en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh. Eşhedü en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh. Eşhedü en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh.”
Amenna ve Saddakna.
Allah rızası için, buradan olan muhabbeti için, Habib-i Ekrem’in yüzü hürmetine, mübarek günü yüzü hürmetine, Enbiya-i Kiram, Evliya-i Kiram, Evliya-i Mürselin yüzü hürmetine, onların arasından gelmişler, Veliler yüzü hürmetine, sizin, Sadık, Allah böyle, şükür Elhamdülillah, yüzü hürmetine, lillahil Fatiha!
Yusuf-u Bahri
Sizin, bir dakika vaktinizi alacağım. Yusuf isminden!
Bir dakika, burada bir kelebek dolaşıyor. O aklıma getirdi. Allah onlara, hepsine rahmet olsun. İyi mi? Hepsi ehl-i Kur’ân, ümmet-i Muhammed bunlar.
Kendi Çorumludur. İstanbul’da otuz iki, otuz üç sene medrese hayatı okuyor.. Medrese hayatından da birinci çıkıyor. Çorum’a geliyor. Etrafında, nerede bir âlim varsa gidiyor, çatıyor. Bir pehlivan olmuş, yani sporcu olmuş. Karşısına kimse çıkmıyor. Seçme kitaplarını alıyor. Mısır’a hareket. Mısır’da biraz daha ilim tahsil edecek.
Bunlar hepinize, bize lazım. Şu kelebek, bir parça, aklıma getirdi.
Şam’a gidiyor. Öğrenmeye. O seçme kitaplarla, Kur’ân-ı Azimüşşan’la, el yazılarıyla, Şam’a gidiyor. Şam’da bir hana giriyor.
Soruyor: “Burada en yüksek âlim nerede?” diyor.
“İşte, filan camide vaaz ediyor.” diyorlar, en yüksek âlim.
O camiye gidiyor. Vaaz günü. Böyle Cuma günü, vaazına rast geliyor. Memnun oluyor. Namazdan sonra, dışarıdan kendini takdim ediyor.
Sporcu ya. “Yusuf, Yusuf! Oo, hoşgeldin. Yusuf, hoşgeldin. Sen buradan mısın?”
“Efendim. İşte Mısır’a gideceğim.” diyor. “Geldim, size de temas ettim.” diyor.
“Sen, biraz bu vaaza devam etsen, iyi olur. Yusuf, biraz bu vaaza devam et.”
Bir ay devam ediyor. Bir ay kalıyor. Bir ay sonra caminin hocası: “Bir şey anladın mı?” diyor. “Vaazdan, bir şey anladın mı?”
Âyet, hadis meali soruyor.
“Aa! Olmamış.” diyor. “Senin biraz kitapların var, sermayedir.” diyor.
Bu çok mühim.
“Biraz sermayen var.” diyor. “Onu götür, Fırat’a bırak da gel.” diyor.
“Peki.” diyor. Ama pişman oluyor, peki dediğine. Otele gidiyor. Sabaha kadar uyumuyor. Canı kitapları. Kur’ân’ları var, el yazması var. Birinci gün sabah düşünüyor. Iıh!
Akşamına Efendi: “Git, Götür bırak!” diyor.
Su geçirmeyecek bir sahte torba dikiyor. Torba, heybe. Hadi bakalım. Parasını veriyor. Kitapları yerleştiriyor. Bir demir kazık alıyor. Gidiyor, tenha bir yerde, gece, kazığı çakıyor. Zincire bağlıyor. Kitapları suya bırakıyor. Âlim, ama. Sözü para olmuyor. İyi mi?
İyi âlim olalım inşallah!
Bırakıyor geliyor.
İkinci günde, Cuma. Cumadan çıktıktan sonra, Efendi diyor ki: “Yusuf ne yaptın?”
“Emrini yerine getirdim.” Gayet serbest.
“Olmadı.” diyor. “Git, kazığı mazığı kopart. Çıkart onları.”
Bunlar sahidir. Hikâye değil.
“Peki.” diyor, gidiyor. Kazıkla beraber, heybeyi bırakıyor. Suya bırakıyor. Bir ay sonra, vaaza devam ediyor. Ne yaptın, ne ettin, daha sormuyor. Bir ay sonra, Yusuf diyor ki kendi kendine: “Kitaplar gitti. Bu adam da? Bir şey anlayamadım.” diyor. “Ben Mısır yoluna devam edeyim. Sermaye gitti.”
İki gün de yine vaaz var. Kararı veriyor. Gene vaaza gidiyor. Vaaza oturuyor. Efendi, vaazı nasihat ediyor. Bakıyor pencerelerden. İşte bu kelebek! Pencerelerden, kapılardan, çeşitli renklerde. Beyaz, mavi, yeşil. Safların arasına doluyor, hiç kimselere dokunmadan. Onun dizine çıkıyor. Yusuf bakıyor. İki tane, yanında. Şöyle bakıyor. Alıyor eline, hakikaten göğe çıkıyor. Yani bir hayal değil. İnanıyor. Bakıyor güvercin. Yerine bırakıyor. Fakat, hepsi o güvercin şeklinde. Hem böyle, boynunu eğiyor, hem gözlerinden yaş geliyor.
Vaaz bitiyor, hutbeye çıkıyor. Hoca okuyor. Cuma bitiyor. Dışarı çıkıyorlar. Yusuf kapıda bekliyor. Efendi çıkıyor.
“Yusuf, hayrola? Bir ay sonra nasılsın? İyi misin?”
“Efendi.” diyor. “Bir mana mı diyelim, aşikâr mı diyelim? Böyle bir şey gördüm.”
“Seni onun için bırakmadım. Ama geç oldu. İki, üç ay kaldın. Kitaplar da gitti. Senin adını Yusuf-u Bahri koyalım. Yusuf-u Bahri! Haydi, Mısır’ı bırak.” diyor. “Memlekete dön. Orada faydalı ol insanlara. Mısır’ı bırak. Mısır, senin yanına geldi.” diyor.
Düşünüyorum ki, Mevlâna Mehmet Halidi Zülcenâhin zamanındaymış. O, yani zamanın kutbuymuş. O vaaz eden. Harçlık da veriyor adama.
“Sen memleketine dön. Git orada vaaza başla.” Çorum’a gidiyor. Çorum’dan sonra, İstanbul’a gidiyor. Kürsülere çıkıyor, vaazı nasihat.
Çorum’da birisi var, Muzaffer. Var mı burada?
Dedim: “Sen nerelisin?”
“Çorum.” Burada, başvekâlette memurdur.
Dedim: “Git. Böyle bir adam var. Bakalım mezarlıkta. Ben kitabını okudum.”
Gitti buldu. Geldi, dedi ki: “Eskimiş levhası. Tarihi şu, bu.”
“Git.” dedim. “Ona bir levha… Bir de, şöyle yaz. Yusuf-u Bahri!”
Bu kelebek aklıma getirdi.
Allah, sizi cümleten, hakiki âlimlerden etsin. Hayrihi ve şerrihi. Bir zerre kadar şer yaparsan, bir zerre kadar hayır yaparsan sayılır. Bırakalım. Hadi, yeter yahu! Şu hayrı elimize alalım. İnşallah devam etsin. Allah rızası için, lillahil Fatiha!
Hepsi deniz manasına geliyor. İlim sahibi olsun. Hayrı, şerri. İki tane maden. Hayır, şer devam ediyor. Her insanda, hayvanda bile var. Yani o, Allah’ın bir hikmeti var. Birisi şeytanî, nefsanî; birisi rahmani. Allah’a söz verin. Nefsanî, şeytanî ne varsa terk edin yahu! Yok çünkü. Rahmanîye dâhil olun. Hepiniz birer âlim olursunuz, ya. Âlimsiniz, bilgi sahibisiniz. Bunu geçen sefer söyledim. Elhamdülillah, böylece devam edelim. İnşallah.
Kur’ân Elinizde Varken, Ahlâk-ı Muhammedî Varken
Ya Allah! Tamam.
Allah razı olsun. Allah hepinizden razı olsun.
Hadi sizi göreyim. Hadi göreyim sizi. Hadi göreyim. Göreyim.
Yankesici ile hırsızı, Âlimi tanıyın. İyi mi? Hadi bakalım.
Müslümanlar! Ayık olun.
“Efendim, ben Mehdi’yim!” Peygamberin üstüne çıkmış. Televizyona çıkmış, ben görmedim. “Ben Mehdi’yim.” diyor. “Peygamberin üstündeyim.” diyor. Bilmem kaçıncı? Sahte bunlar.
Şöyle, bana da geldi. “Bana biat et.” dedi. Bundan bir ay... “Ben Mehdi’yim, bana biat et.” dedi. İki, üç gün evvelde, üç kişi geldi. Kendi muavini, o televizyonda, yanında birisi duruyor ya. Gördünüz mü? İhtiyar, sakallı. “Ahmet Efendi gelsin, bana biat etsin.”
“Neden?” dedim. “Mehdi’dir o. Mehdi, çıkmış üzerine. Peygamberden üstünüm.” demiş.
O. Bu, serseriler! Yeter ya!
Bak, Allah akıl vermiş bize. Evet. Onları bana söyledi. “Mehdi.” dedi.
Dedim ki: “Ben Mehdi’nin hiçbir işaretini görmüyorum.”
Yavrum, size söyledim. Mehdi’nin işaretleri var. Mehdi’nin gelişi var. Mehdi girişi var. Mehdi, On İki İmamın şeceresi’nden gelecektir. Sondur, son! Mehdi son!
“E, size ne diyeyim? Biraz kızdım, mızdım.” dedim.
Dedim ki: “Gelsin, burada yapabilirsem, dayak atacağım. E, Allah biliyor. İyicene berbat edeyim de gitsin.” dedim.
Dur bakalım, belki gelir. Böyle sahtelerin peşine düşmeyin! Kur’ân elinizde varken. Muhammedî ahlâk varken, âyet, hadis varken, böyle sahtelere düşmeyin. Dedikodu etmeyelim.
Ben söylerim, akıllı olun Müslümanlar!